İçeriğe geç

 

“Daha ne kadar var?” diye sordu birisi.

“Kaç dakika sonra varırız?” diye sordu başka bir tanesi.

“Sizce ne kadar sürer?” diye sordu öteki.

“Zaman” idi soruların merkezi.

Ağaç gövdesine dayanmış bir şekilde duran ve soruları yöneltenlere gülümseyerek bakan rehber, “Söylemem.” dedi. “İnanın bana, hiçbir rehber, bir doğa yürüyüşü sırasında bu soruyu doğru cevaplamaz.” diye de ekledi.

Bu diyalog gerçekleşirken 14 kişi dar bir patikada, rampa yukarı tek sıra halinde inci gibi diziliydik. Verdiğimiz ufak bir molayla, coşmuş bir şekilde atan nabzımızı düzene sokmaya çalışıyorduk. Oysa yürümeye de yeni başlamıştık. Aslına bakarsanız, yürümekten öte o ana kadar adeta bir keçi gibi tırmanmıştık. Bu şekilde ilerlemeye de devam edecektik.  Üstelik nedenini bilemediğim bir şekilde de başlar başlamaz sanki arkadan kovalanıyormuşuz gibi çok hızlı hareket ediyorduk.  Kısa zamanda durma ihtiyacı duymamıza şaşmamalı…

Kovalar dolusu yaprak yolumuza serilmiş,

Yer sonbahar, gök ormandı.

Islak ve kaygan toprak, taş parçaları, ağaç kökleri…

Etrafa ya yayılmış ya da saçılmıştı.

Hedefte Beşkayalar Kanyonuna tepeden bakmak vardı ama hedefe ulaşmak ne kadar sürecekti aramızda rehber dışında bunu bilenimiz yoktu. Sorulardan ve genel tavırdan anladığım kadarıyla çoğunluğun tek derdi de yalnızca hedefe varmaktı.

Bir an önce… Hızlı hızlı…Bitsin gitsin, diye…

Yalnızca hedefe varmış olmak,

Bir telaş meselesi…

Nefes nefese kalmamızın sebebi de buydu: Şartlar öyle gerektirmediği halde o ana kadar fazlasıyla hızlı hareket etmiştik. Aslına bakarsanız, o esnada kendimizi gereksiz yere tüketiyorduk. “Bir an önce” arzusu, anın olması gereken yerini kaydırdığından da kim bilir neleri kaçırıyorduk… Varana kadar kaçırmaya da devam ettik.

Hı, hedefe vardık mı? Vardık, vardık! Bir kaç da fotoğraf çekildik. Beş dakika sonra aynı hızla inişe geçtik.

Ben o gün sürü psikolojisine uyma adına ve grubun ritmini bozmamak için fiziksel olarak onlarla benzer davranışı sergiledim ama ruhsal olarak kendimi o duygu durumundan uzak tutmaya çalıştım. Çünkü biliyordum ki tepeye varır varmaz, bir sonraki hedef mola noktası olacaktı. Moladan sonra yine yürünecek ve bitiş çizgisi hedeflenecekti. Sonra eve varmak yeni hedef olacaktı. Eve vardıktan sonra da…

Bitmeyecekti!

Bitmeyecek…

Ondan sonra “oldu bittiye geldi.” denilecek.